10 Eylül 2011 Cumartesi

Yeni Facialar Serisi


Merhaba Okuyucularım! (Umarım vardır böyle bir kitle)

3 blog öncesinde İzmir-çeşme tatilimin akrabalarım tarafından ele geçirilişini anlatmıştım size. Kötü günlerdi onlar, daha kötüsü olamazdı sanki; ama oldu. Vallahi oldu...

2 sene sonra hayatıma büyük bir yön verecek sınava gireceğim için benle beraber ailem de heyecan yapmaya başladı şimdiden. Ne istiyorsam yapmaya çalışıyorlardı. Gitarım alındıktan sonra pek bir şey istemiyordum aslında ama İzmir'e yapılacak 1 haftalık kaçamağa da asla hayır diyemezdim. İçim temizmiş arkadaş, yazıldığımız kamptan haber geldi 1 hafta sonra İzmir-çeşme deki kampa bekliyorlardı. Evde gitsek mi gitmesek mi tartışması sürdü bir süre ama benim düşüncelerim son noktayı koydu; gidiyorduk. Bu sefer kararlıydık, kimseye haber verilmeyecekti ailece gidecektik. Sadece abimi geride bırakmak zorundaydık, eşek kadar olduğu için artık babamın güvencesi altında değildi ve iş bankasının kampından faydalanamazdı. Bavullar dolmaya ve hayaller kurulmaya başlandı...

Nihayet 1 hafta geçti ve yola çıktık. Buraya kadar her şey güzeldi. Yola çıkmamızla yine benim peşimi bırakmayan facialar ufaktan belirmeye başladı. 10 saate yakın yolculukta sadece 10 dk uyuyabildim. Çünkü otobüste keyfi yerinde olup uyuya kalan ve bütün otobüsün duyabileceği şekilde horlamaya başlayan babamı 5 dk arayla dürtüp uyandırmam gerekiyordu. Ne film seyredebildim ne dinlenebildim anlayacağınız. Öyle böyle bitti yolculuk geldik İzmir'e, ordan çeşmeye geçtik. İş Bankası'nın kampını gördüğümde zorlu geçen 10 saati hemen unutuverdim burda beni güzel günlerin beklediğini düşünüyordum. Daha beni zorlu kaç 10 saatin beklediğinden haberim yoktu tabi...

Yerleşir yerleşmez plaja koştuk. Annemle ben bilinçliydik, güneş kremini oramıza buramıza yedirdik. Babam ortaya yeni bir teori atmayı yeğledi. Bebek yağıyla güneş kreminin aynı görevi yaptığını düşünüyordu ve bunu kendini üzerinde deneyerek ispatlayacaktı. Yapma, etme dediysek de dinletemedik. Süt gibi beyaz babam bebek yağıyla o 40 derece sıcağın altına yatıverdi. İlk 2 gün güzel geçti onun adına ama ben daha arkadaş yapamadığım için ne tenis, ne tavla, ne okey, ne basketbol oynayabiliyordum ne de biriyle dubalara gidebiliyordum. Ayrıca dubalara tek gitmeme de izin vermediler, çocuk yerinde yüzüp durmak da bana koyuyordu. Henüz dert etmemiştim bunları. Her şey 3. günden itibaren başladı...

Babamın etini resmen pişiren o yağın etkisi görülmeye başlamıştı. Her tarafı hem davul gibi şişmiş hem de çok derin yanıklar oluşmaya başlamıştı. Canı yandıkça hırsını bizden çıkarıyordu. Çocuk gibi gıcıklaşmaya, sürekli homurdanmaya başladı. Ne yapsak batıyordu. Babamla düşüncelerimiz farklıydı ama kabul etmiyordu, alttan da almıyordu. Milletin aileleri tanıştıktan sonra çocukları birbiriyle arkadaş oluyordu, biz kendi çekişmelerimizden biriyle tanışma basamağına geçememiştik henüz. Ve her geçen gün babamın yanıkları daha kötü oluyor, babam daha da çekilmez bir hal alıyordu. Gece uyutmayan ve kabus görmeme neden olan horlamaları, sabah yanıklardan ve biran bile 'ben ne yapıyorum böyle?' diye düşünmemesinden kaynaklanan homurtusundan iyice bıkmaya başlamıştım. Bu biriken sinirim babamın frizbi alıp denizin çocuk bölümünde benle oynamak istemesiyle ve hayır dediğim halde baskı yapmasıyla patladı. Yine bozuştuk ve babamın düzelmeye niyetinin olmadığını o zaman anlamıştım. 4. günden sonra ne denize girdim ne bir etkinliğe katıldım tabi haliyle arkadaşım da olmadı. Evle internet kafe arasında gittim geldim 6 gün. İçim yanıyordu ama istediklerimi yapmama bir türlü izin verilmeyeceğini ve sürekli babamın laflarıyla canımın sıkılacağını bile bile plaja gitmemin bir anlamı yoktu. Hem sabahtan uyursam geceleri babamın horlamasına dayanamayıp balkonda uyumak zorunda kalmayacaktım. Ve her tarafımı yine sinekler ısırmayacaktı. Kendimi teselli ediyordum belki de, bilmiyorum.

Tatilin son günüydü, şans bu ya biriyle tanıştım. Çok tatlı bir kız, konuştuk baya keşke daha önce tanışsaydık diye düşündük ikimiz de... Onun sayesinde birisiyle daha tanıştım onla da iyi anlaştık. Ama babam yine yolunda giden bir şeyler görmüştü, bozmak zorundaydı. Zaten çok geç tanışmışız bari biraz muhabbet edelim dedik deniz manzarasına karşı banklarda oturmak istiyorduk. Telefon geldi babamdan ve 'seni almaya geliyorum, nerdesin?' dedi. Neden, arkadaşlar var desem de dinletemedim geç oldu diyordu. Yolun yarısından dönmek zorunda kaldım. Bu son kazık değildi son oyun daha can yakıcı olmalıydı. Oldu da...

Kampın başından beri tanışmak isteyip de bir türlü tanışamadığım birisi vardı. Son gün tanıştığım arkadaşların belki de bizi tanıştırabileceğini düşünürken, en azından gitmeden bir konuşabilsek diye hayaller kurarken onun arkadaşını çoktan bulduğunu gördüm, başbaşa derin bir sohbete dalmışlardı sonra da yanlarına birkaç kişi daha alıp dışarı çıktılar. O an üzülmüştüm ama sonra öğrendim ki konuştuğu kız kendinden 9 yaş büyükmüş meğerse. 'meehh, böyleleriyle zaten işim olmaz' diye düşünüp dönüş otobüsüne bindim. Bu defa babamı dürtme işini anneme bıraktım, ben bir güzel uyudum. Bolu'ya geri döndüğümüzü üşümeye başladığım zaman anladım. Eve döndük, hiç tatile gitmemişim gibi sanki.

Üzüldünüz biliyorum, merak etmeyin güzel şeyler de oldu kampta. Öyle bir geçer zamanki oyuncularından Aras Bulut İynemli, Yıldız Çağrı Atiksoy, Tolga Güleç kampa geldiler. Aras Bulut İynemli'yle fotoğraf çektirdim, tabi bu sırada ayağını da azıcık ezdim sanırım. Ve dizide gördüğünüz kadar yakışıklı, evet! Ayrıca çok hoş bir ses tonu var söylemeden geçemeyeceğim. Aman elemtere fiş kem gözlere şiş diyorum. Birkaç notla yazımı bitiriyorum.

*Tatile tek başınıza çıkabilene kadar tatile gitmeyin.
*Horlama problemi için çıkan burun bantları hiçbir halta yaramıyor, boşa para yatırmayın.
*Santana- just feel better dinleyin.
*Azalarak bitsin: Kendinden büyük kızlarla çıkan erkek topluluğu.
*Bir de şu sıralar Bolu'yu esir almış bir akım var, şeker pembesi t-shirt giyen ve iş adamı gibi yolda bile telefonu elinden düşürmeyen emo saçlı erkeklerle doldu ortalık. Bu modayı başlatan kişi Allah belanı versin diyorum bütün erkekleri şeker kız candy'e çevirdin, erkeklerden tiksinir oldum sayende, saygılar...

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Sonisphere



Bu sene Iron Maiden ve onun gibi dev isimler geldi İstanbul'a...

Gelmeden aylar önce tartışmalar, konuşmalar başlamış herkes katılabilmek için öğrenci haliyle boğazından kesiyor ve parasını bir kenara atıyordu. Öyle demeyin, bir öğrenci için 148 küsür para çoktur. Beleşçiliğin kitabını yazmış öğrenciler gördüm ben bu parayla okul hayatını bitirebilecek. (beynini hesap yaparak zorlama, yazarım ben abartabilirim.)

Oysa benim böyle bir sıkıntım yoktu, çünkü burs kazanmıştım ve biraz daha zorlasam VIP bilet bile alabilecektim. Bu benim için büyük fırsattı, belki de Iron Maiden, Alice Cooper bir daha gelemeyecekti ya da gelse bile benim param olamayabilirdi. Şansın ilk defa benden yana olduğunu düşünürken aslında bana her zamanki gibi kıçından gülmekte olduğunu unuttum. Çünkü başımda bir 'kadın anne' modeli vardı ve beni onun tabiriyle o 'uyuşturucu yuvasına' hayatta göndermeyecekti. O otçu ergenler yüzünden benim işim de yattı anlayacağınız. Ve bensiz gerçekleşti Sonisphere...

Bilet için ayırdığım parayla ben de gittim elektro gitar aldım, bir tane de ev amfisi koydum yanıbaşına oh mis. Bolu gibi küçük bir şehirde elektro gitar hocası bulmak samanlıkta iğne aramak deyiminin günümüzdeki versiyonudur. Bu yüzden internette uğraşıp didinip birilerine bir şeyler öğretmek isteyen hocalar aradım, buldum da. Bahaneyle elektro gitarı da geliştirmiş oldum.

Ama bir şeyler hep içimde eksik be blog okuyucularım. O Iron Maiden'i, o müzikleriyle coştuğum grubu canlı canlı dinleyemedim. Ordaki binlerce insanla birlikte aynı şarkıya eşlik edemedim, o duygu hiçbir şeye değişilmez. Lisenin içine ettiler artık, sistem başlı başına çözülmez olimpiyat sorusuna döndü. Sadece bu karışıklık içinde biraz kafa sallayarak arkadaşlarımla deşarj olmak istemiştim. 10 Temmuz'da da Judas Priest geliyor, 22 Ekim'de Zaz geliyor. Onları da kaçırıyorum. Bu yaz tatili gerçekten güzel başladı!!

Benimse tek yapabildiğim evde lost seyredip bir sonraki bölümde ne olacağı ile ilgili düşünüp temel ihtiyaçlarımı gidermek, henüz onlara izin veriliyor...

Son olarak bunlar aklınızın bir köşesinde bulunsun
*Konser alanları uyuşturucu yeri değildir.
*Iron Maiden ben 18 yaşıma geldiğimde bir daha İstanbul'a gelsin.
*İbanez gitarlar başlangıç için güzel.
*Liseliysen hayat zor.
*Zaz je veux dinleyin.
*Bir de otomatik oda spreyi kullanmayın, içiniz geçtiğinde çok pis uyandırıyor!

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Melankoli dolu blog!


Eridiğimi hissediyorum!

O dayanılmaz soğukta eridiğimi... Tenim beyazlaştıkça beyazlaşıyor soğuktan. Gözlerim fersiz. Kayboluyor boşlukta bakışlarım. Kan dolaşamıyor bedenimde o da donmuş.

Ruhum ise soğuğa aldırmadan kor olmuş yakıyor beni! İsyanı bana, içten içe eritiyor sıcaklığı.

Sadece şarkı söylüyorum. Dudaklarımın soğuktan yapışmış olmasına aldırmadan... Ruhumu dizginlemek için. Ardı arkası kesilmeyen şarkılar... Her seferinde biraz fazla eriyorum. O ise artırıyor çığlıklarını benden intikam alırcasına. Terket hadi biran önce diyorum! Bitsin herşey...

Ses soluk kesiliyor. İmkansızı istemeyecektin hani? diyor bana ardından.

Ve ağlıyorum. Küçücük bir ihtimaldi diyerek...

O senin çığlıklarını duyamayacak kadar sağırdı diyor bunu sen de biliyordun!

Her şeye rağmen sadece onu o hayattan kurtarmak istedim. Yalnızca bana ait olmasını... Ellerimin baştan beri boş olduğunu bildiğim halde.

Bütün sıcaklığıyla sarıyor bedenimi. Yalnızca kalbim ısınmıyor bu ateşte! Ve asla ısınmayacak biliyorum, bu soğukluğa mahkumum aslında. Ruhum son bir hamleyle tamamen sıyrılıyor bedenimden ve 'işte terkediyorum bu sefer!' oluyor son sözleri. Gidişini izlerken göz kapaklarımın kapandığını hissediyorum, vücudum taşıyamayacağım kadar ağırlaşıyor ve uzanıyorum.

Son bir gözyaşı süzülüyor gözlerimden yanaklarıma, ordan da yere. Soğuğum bir ceset gibi. Ve kapanıyor gözlerim bir daha açılmamak üzere...

Uyuyakalmışım meğerse! Gözlerim ıslanmış, siliyorum ellerimle.
Oruç başıma vurmuş olmalı..!

Burcunuzu seçin, falınızı okuyun

Muneccim.com 'un katkılarıyla

18 Ağustos 2009 Salı

Çeşme Faciası!


Bu yaz İzmir/ Çeşme'deydim...

Ve Çeşme'de geçireceğim 15 gün içerisinde bütün sıkıntılarımı orda bırakıp tamamen sorunsuz gelecektim Bolu'ya, kararlıydım! Bunları hayal ederek hazırlamıştım bavulumu. Dakka(!) bir gol bir hesabı acı şekilde öttü telefon ben bunları düşünürken. İsteksiz bir şekilde götürdüm elimi:
Ben: -Alo?
G. : -Canım ben G... ablan. Siz bavula ütü koyacak mısınız? Koyacaksanız; ona göre ben almayacağım.
Ben: Sen de mi geliyordun bizimle tatile?
G. : - Tabii Işıl, yeni mi öğreniyorsun!
Ben: Ya çocuklar? (5 ve 8 yaşında kızları var. kuzenim oluyorlar)
G. : Onlarsız olur mu ilahi Işıl ahaha!

... Dediği anda asıl eziyetin daha yeni başladığını anladım, haklıydım da. Bütün gece bağırışmaların ardı arkası kesilmedi. Sonuç? Hala yanımızda 2 küçük yaratıkla gidiyorduk Çeşme'ye!

Sonraki gün az da olsa alıştım bu duruma (müzik dinlemiştim bi ara ondan sanırım, hıhım ondan) Siyaha dönük pembe (var mı böyle bi renk?) hayallerle çıktım yola...
O kadar facia demişken yolcuğun güzel geçmesini beklemiyordunuz herhalde? Kıl ve saatlerce tek bir yere dik dik bakabilitesi olan bir muavin, mide bulandırıcı bir film ve koridora düşmesine ramak kalmış uyuyan bir yaratık... Tabii horlayan gür sesli canavarlar ve uykusuzlukla geçirdiğim 12 saat. Ne hayat ama!

Çeşme'ye vardığımızda göz kapaklarımı parmaklarımla kaldırıyordum. O derece uykusuzum... Nereye baksam yatak görüyorum! Ama bu üstüne atladığım yatak! Evettt, gerçek bu. Tanrım şükürler olsun! 5 Dakika uyudum uyumadım. Ne iğneleyici bi sestir bu! Gözüm zaten kendiliğinden açılmıştı bu sırada... Kuzenler! Kavga ediyorlar. Ben sizin ta..! diye başlar başlamaz G... ablaya takılıyor gözüm ve dizginliyorum kendimi. Uyku kaçtı zaten, sadece hortlak gibi bir yüz ve yorgunluktan kafam kadar(!) olmuş gözler var aynaya baktığımda...

Kampa gittik. İş Bankasının kampını bilirsiniz belki de, işte oraya... Sabah 10.00 akşam 21.00 arası açık ve beleş olan internet kafesiyle, ucuz tabldotlarıyla, tenis salonlarıyla, çoğu kampta olmayan duş yerleriyle ve ücretsiz şezlonglarıyla tam bir cennettir. (iş bankasından para almıyorum merak etmeyin :) Her şeyi unuttum zaten. (kendilerini hatırlatacaklarını bildiğim içindir belki de bu unutkanlığım)

Suya bırakmışım kendimi, bir yandan gözlükle balıkları seyredip huzur buluyorum. Ayağımı çekiştiren de ne şimdi! Simitin içine girmiş bana doğru bakıp sırıtan tabi bir yandan sudan feci tırsmış ifadeyle bakan bir yüz! Hı-hı kuzenim... Bütün gün bırakmadı peşimi. Suda da huzur yok anlayacağınız. Hani küçük cimcimeler olur ya bilmiş bilmiş konuşup da insanı etkileyen, sevilesi tipler. Bayılırım öyle çocuklara. Ama bunlar neden öyle değiller! Peh şanssızsın Işıl, sadece koca bi şanssız...

Bu eziyet 10 gün sürdü. Onlar tatilden sıkıldıklarını ve erkenden döneceklerini söylediklerinde kıçım hafiften sallanmaya, kalçalarım sağ-sol yapmaya ve göbek kısmım çoktan oynamaya başlamıştı bile. (böyle bi oynama stili bileniniz var mı :p) Umutlarım yeniden yeşermiş, hayallerimdeki o siyahlık gitmiş ve pespembe yeni bir hayal oluşmuştu kafamda. Bir süre sonra yolcu ettik. Onlar gittikten sonra annemle, oradaki bir tanıdıkta kalıp pansiyon parasından yırtıp o parayı yemeğe vermek istiyorduk. (evet, ailece pisboğazız yaşasın!) Çeşme faciasının burda son bulduğunu düşündünüz değil mi? Yanıldınız lan! Malesef ki yanıldınız...

Gittiğimiz yer şehirin tam ortasında ama ilkel, her akşam yaşlı kadınların kahve falı bakıp müneccimliğe soyundukları ve sadece otların karışımından yemek yapılan bir eziyet yuvası! İlk gün kampa kaçıp kurtuldum ama sonraki günlerde aynı numarayı yemedikleri için geri kalan 5 gün evde oturup voleybol maçlarını seyretmek zorunda kaldım. (tatil dediğin böyle olur.) Geceleri film seyretmeye kalkarsan ve eğer bu film saat 12'ye kadar bitmemiş olursa unutmalısın o filmin sonunu! Son gün anneme eve gitmek istiyorum diye yalvardığımı biliyorum.

Ve evet, gidiyoruz. Bütün hazırlıklar tamam. Mutluyum. Abimi Çeşme'de bırakmanın burukluğu olsa da içimde... Mutlu!
Bütün yolculuklarda mutlu olmama alerjisi olan insanların varolduğu gibi Çeşme-İzmir arabasında da sinirlerimi deneyen tipler vardı tabi ki! Arkamda sürekli iğneleyici bir ses tonuyla sadece 'ııııııı' diyen bir çocuk! Evet yalnızca Iıı' lıyordu. Tam 2 saat yaptı bunu, pis canavar! Ve çaprazımda da ağlayıp duran bir hergele vardı. Herneyse...

Bolu arabalarına binmek üzereyiz otogara gelmişiz. Ama kafa binbir çeşit ve yine uykusuzluk var. Bilet alacağımız yeri bulamadık leş gibi bavulla dolaşıp duruyoruz. İleride telefon bayisi vardı. Oraya sormakla sormamak arasında içimde çelişkiler yaşarken biranda vardığımızı farkettim. Ben bir kenarda annemin sormasını beklerken annem mosmor bir suratla geri döndü. Bir yandan gülüyordu. Durur muyum ben hiç noldu dedim tabi:
- Biran uyku sersemliğine telefonda konuşuyormuşum gibi hissedip (telefon bayiisi ya) karşımdaki adama alo! dedim. Adam bir şey de diyemedi saf saf baktı garibim.

... der demez yerlere yattım zaten. Yolculuk faslı bunla kalmadı tabii ki. Arabayı bulduk, aynı muavin, aynı otobüs peh. Muavin her zamanki soruyu sordu:
Muavin: - Nerede ineceksiniz? Cici taksi, Anıtpark...
Ben: - Cicipark lütfen.
Muavin: -...

Bu sefer yarılan taraf annem oldu tabii.

Eve döndüğümde yalnızca babama bıraktığımız yuvamızı berbat bulmayı umarken, hatta annemle neresi daha çok pislenmiştir diye iddiaya girmişken, babam beklemediğimiz bir sürpriz yaptı bize. Ev tertemizdi! Sanırım gitmeden önce her tarafa astığım notlar (neyin nasıl yapıldığını anlatan ve balıklara fazladan ödül olarak yem vermemesi konusunda notlar bırakmıştım.) işe yaramış olmalıydı. Tatilim boyunca en iyi haber bu oldu sanırım... Birkaç küçük notta buraya ekleyip artık bitirmek istiyorum yazıyı!

*Tatile bundan sonra yalnız git.
*Her zaman yanında pansiyonda kalacak para olsun.
*Bavuluna yiyecek koymayı kesinlikle unutma.
*Yolculuklar için bir kulak tıkacı edin.
*Çocuklardan nefret ediyorum!

15 Ağustos 2009 Cumartesi

First Blog

Merhaba Sayın Okur!

Evet, ilk blogum azıcık resmi olsun istedim. Niye istediğimi ben de henüz bilmiyorum. İyi başlangıçlar yapamadığım için uydurduğum bir bahane olsa gerek. Ya da öyle bir şey... Öhöm, herneyse.

Ben 1,60 boylarında, kumral... diye başlayıp ardından bütün soyağacını çıkaran tiplerden değilim malesef. Malesef diyorum çünkü genellikle birilerinin yazılarını okuduğumuzda kafamızda ona dair karakteristik bir şekil oluşur. Ve bu yüzden merak ederiz yazarın sıfatını, fiziksel görünüşünü. (en azından ben öyle yapıyorum, evet yapıyorum bunu.) Çünkü beyin hayal ettiklerini doğrulamak ister, bunun için insanın içinde bir dürtü oluşur vs.

Kapatmayın sayfayı tamam! Bütün bir yazıda felsefe yapmayı düşünmüyorum tabiiki de. Sevmem de zaten zibidiyi... Sadece yazıyı okuduğunuzda kafanızda oluşan görüntüyle kalmak beni daha mutlu edecek. Çünkü işin büyüsü burda zaten, neyse efenim uzatmıyorum bu mevzuyu. Neden işin büyüsünün burda olduğunu da açıklarsam hiç okurum kalmayacak.

Asıl Leyla'ya gelelim. Leyla en kederli gününde bile, müzik çalmaya başladığı zaman hobaa, haydi bakalım diyip oynamaya başlayabilen, iyi günlerinde ise aynı durumda kopma seviyesine gelen bir müzik aşığıdır. Bir de sevdiğim şarkılar varsa tutabilene aşk olsun. Özellikle metal zımbırtıları satan dükkanların önünden geçerken duyduğum o müzikler... O Apocalyptica'nın çellosundan çıkan eşsiz ses... Söylerken bile aşık oluyor insan!

Aynı zamanda Leyla It's Pop'a yolladığı 10 makaleden 10'u da yayınlanmayan; 10'a rağmen 11. yi büyük bir yüzsüzlükle yollayabilen, buzdolabını defalarca açıp içinden bir şey almadan kapatan, banyoda bağıra bağıra şarkı söyleyebilitesi olan ve aynı zamanda türkü üzerine konserler verip (evet, ben bir solistim. minik solist) metal dinleyicisi olan zırtopozun tekidir. Saldırııınnn! :p

Ve doyumsuzdur Leyla. Anam anam, hem de nasıl! Elde ettiğim Brad Pitt'de olsa; elde ettiğim anda bitmiştir o. Töbe kıçımı kıpırdatmam artık. Bir çeşit yalnızlığa mahkumum sanırım. Bundan çokta şikayetçi olduğum söylenemez ya, herneyse.

İşte Leyla Manisalı bu canlarım. Tanıtma faslı bittiğine göre yazılarımdan bahsedeyim birazcık...
Hayal dünyasında dolaşan birisi olduğum için dışardan monoton görünen hayatı bile peri masalına çevirebilitem var. (dışardan iyi gibi görünse de okul hayatında bu hayalperestliğim bana pahalıya patlıyor, tavsiye etmiyorum:) Gerçi her yazar biraz hayalperesttir ya! Benim yazılarımda bu daha belirgin olacak. Daha fazla da bilgi vermeyeceğim, işin sürprizi kaçmasın di mi ama?

First blog burada sona erer, ahan da erdi *nokta*